PIRRRRR

Alarm çaldı ve uyandım. Kalkmam lazım ama uyumak istiyorum. Sonuçta spor yapmak zorunda değilim. Hem ben spor yapmasam da kaslı duruyorum. Bugün gitmiyim nedir yani? Kalkmasam da olur dimi? Kalktım. Soğuk su içtim. Suyun boğazımdan aşağı inişini hissettim. Böbreklerim bile serinledi. Şortumu giydim. Havlumu aldım. Sahile doğru gidiyorum. Daha dükkanlar bile açık değil. Etrafta insan yok. Çok iyi. Sabah bu saatlerde araba sesi az olur. Çünkü uyurlar. İnsanlar yani. Gerçi arabalar da uyur. Neyse. İki haftadır sabahın bu saatlerinde araba sesi arttı. Çok sinir bozucu. Çünkü ben sürüyorum. Sahilde her zamanki yere park ettim.

‘’ Her zamanki yer ‘’ çok havalı. Sabahın bu saatlerinde ağacın gölgelediği yer yani.

 Bıraktım havlumu kayaların üstüne. Birkaç tane dayı var. Erkenden evden kaçmışlar. Belki kahvaltıyı hazırlamaya yardım etmemek için, belki erken uyanan çocuğuna bakmamak için, belki de canı sıkıldığı için. Ben spor yapıyorum demek için mi geliyorum acaba? Olabilir aslında. Ben de insanım sonuçta. Ayarım ya hani. Çok sevdiğim, önü yırtılmış mavi spor ayakkabımla koşuyorum. Filmlerdeki gibi bir ortam var. Deniz, güneş ve müzik. Ama aynı his yok. Şarkıya kaptırdım kendimi. Aynı ritimde adımlarımı atıyorum.


Tek koşan ben değilim tabi. Yaşına rağmen bak nasıl spor yapıyor desinler diye koşanlar da var. Bu şarkıyı onların da duymasını istiyorum. Ben seviyorsam herkes sevmeli. Zaten müzik gökte çalmalı bence. Çünkü ritme göre yaptığım hareketler anlamsız ve komik oluyor. Karşıdan biri geliyor. Kolay gelsin amca dedim ama ben duymadım. Şarkıyı yüksek sesle dinlemeyi severim. Amca duymuşa benziyor. Gülümsedi. Sana da dedi. Yine duymadım. Aferin bana. İyi bişi yaptım. Biri daha geliyor. Her gelene denmez ama. Zaten hiç selam verilesi bir tip değil. Evde temizlik varmış da adamı kovmuşlar gibi. Ayak altında dolanma demişler.


Şarkı bitmeden hiçbir zaman kapatmam. Beklerim. Koşu bitti ama şarkı bitmedi. Başladığım yere geri döndüm. Terliyim. Denize girmem lazım. Şimdi son tınılar ve bitti. Sıçradım. Güzel bir balıklama. Suya girer girmez çıkan beyaz köpükler.  Dibine indikçe artan basınç. Taşların birbirine sürtmesiyle çıkardığı ses. Yukarı çıkarken gözünü alan güneşin parlaklığı. Tüm yorgunluğum gitti. Sabah içim serinlemişti. Şimdi vücudum. Su güzel şey.(?) Neydi ya ?!? Suya ayar değilim bak. Başka neye derseniz ; gazoz kapaana, fötr şapkaya, yağmurlu bir Balat akşamına, her sokağın hikayesini bilen aylak adama, gözü uzağa dalanlara, gözleri dolanlara, gökyüzüne bakarken kayan yıldıza, anne yapımı ıslak keke, üzerinde bekle yazan tadelleye...

Çimlere havlumu serdim ve uzandım. Ağacın gölgelediği yere. Her zamanki yer değil ama. Ağaç serçelerle dolu. Belki elli tane vardır. Pırrrrr dedi ve hepsi aynı anda çime indi. Hoplaya zıplaya gidiyorlar. Pırrrrr dedi ve hepsi ağaçta. Çok ilgimi çekti. Onları izliyorum. Uzun zamandır böyle mutlu olmamıştım. Gözlerimle, pırrrrr, bu ana tanıklık ettiğim için. Ablamlar da bana Pırpır der. Küçük yaşta evden uçtuğum için galiba. Hatırladım. Su güzel şey , pırrrrr, dedim ya. Aklıma takılan şiiri hatırladım.

Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,
Dünyanın en güzel sesinden
En güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey...
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
Ben artık şarkı dinlemek değil,
Şarkı söylemek istiyorum.




İftar Öncesi

Eminönü'ndeyim otobüse bindim. Çok keyifliyim öncesinde harika bir hava ve gün batımı eşliğinde Üsküdar'dan vapur ile geldim buraya.  Bakınıyorum.  Arıyorum onu. Birini diye düşünme. O dediğim 99A. Bindim hemen. Daha 10 dakka var derken, otobüs çalıştı birden. İyi dedim, erkenden varacağım dedim. Sonra hemen gözüm boş koltuk aradı tabiki. Naparsın İstanbul bu, şehrin en büyük nimetlerinden birisi otobüste bulacağın bir boş koltuk :) Sonra gittim arakaya doğru. Bomba gibiyim. Keyifler yerinde. Hemen oturdum.

Elimde Doğukan'dan aldığım Dostoyevski'nin ilk romanı olan İnsancıklar var. Heyecanlıyım. Kitap çok yeni duruyor, sanki oku beni diyor. Sonra bir baktım karşımda ayakta duran biri. Benden birkaç yaş büyük en fazla ama adamın yüzünden yorgunluk akıyor. Sonra gel dedim, senin elin dolu buraya otur dedim ama herhalde erkeklik mevzusu mu ne yaptı sert bir şekilde yok dedi, sen otur dedi. Ben de koltuktan kalkmıştım. Geldi başkası oturdu hemen. Kaçtı şehrin bana verdiği bir fırsat. Başka boş koltuk oldu o sırada ama oturamam. Neden mi? Çünkü erkeklik yaptım ya şimdi karizmayı çizdirmeyelim. Ya da çok mu saçma düşündüm acaba, neyse boşver şimdi... Sonrasında kitabı açtım okuyorum. Ama çocuğun gözü hep benim üzerimde, fark ediyorum. Sonra göz göze geldik. Bir durak geçti, indi.

Yanıma bir amca geldi. Onun yanına da bir arkadaşı herhalde. Ya da, ne bileyim, biz Türkler tanışma konusunda çabuk kademe kaydediyoruz.  Belki de şimdi, burada günlük yaşamdan konuşurken tanıştılar. Birisi söyleniyor iş güç yok diye. Şimdi de yıkım döküm muhabbetini geçtiler... Ne çabuk değişiyor konu be... Neyse banane ki.

Şimdi kafayı kaldırdım bi baktım herkes, orucun verdiği yorgunluk mudur yoksa gün sonu yorgunluğumu  bilemiyorum, bitkin.  Gözler telefonlarda boş boş takılıyorlar. Amcamın teki gazete okuyor ama dudakları ile. Keşke şimdi dudak okumayı bileydim.  Ben de ne okuyor öğrenirdim. Aman Allah'ım  Eyüp'ten geçiyorum bu ne kalabalık. Herkes TV kameralarına görünme peşinde. İftar öncesi son enerjilerini de buna harcıyorlar. O sırada adamın teki motoruna ara gazı verdi. Caddede gözler onda şimdi... Para çeken adam da bi döndü baktı. Şekilsin ya hani der gibi... Dur bi sn. Kapının önünde olduğum için çekilmem lazım çünkü inecek var. Bu saçma kapıları hiç anlayamadım zaten niye içe açılır ki....

Bi koltuk boşaldı. Hemen gittim oturdum. Ne de olsa yer verdiğim çocuk indi artık. Çekinmeme gerek yok. Amcam da ben geldim yanıma diye mi ne? Gazeteyi katladı ve pantolon ile gömleğinin arasına sıkıştırdı. Elinde taşımak istemiyordu belli.  Evet, yine o salak kapı. Bak ben bunu yazarken amcamın eli sıkıştı o kapıya. Bunu yapan mühendis kör olmuş... Bu ne biçim bi kapı ya. Karşıdan biri geldi. Ali Hasanoğlu'na benziyor. Hemen selam için hazırladım kendimi ki o değilmiş. Niye hâlâ gelmedik. 15 dk kaldı iftara. Ben hâlâ neredeyim acaba? Buralara da gelmiş kentsel dönüşüm. Her yer şantiye. Bak yazayım derken durak kaçarsa bozuşuruz. Şimdi kalkıp ekrana bakmak da istemiyorum kesin biri yerimi kapar. Neyse yine de bakacağım. Hay Allah, korktuğum başıma geldi . Yanlış otobüsmüş bu ama dayım bu demişti. Neyse şimdi seninle vakit kaybetmeyeceğim buradan daha Yeşilpınar'a geçmem lazım görüşürüz.

İyi biri...

Hayatımızda karşılaştığımız insanları iyi ve kötü diye niteler ve onlara verdiğimiz bu sıfat ile onlara olan yakınlığımızı belirleriz. Kimilerine iyi der hayranlık besleriz, kimilerine de kötü der arkasından konuşuruz.

Ne iyi derken ne de kötü derken diğer ihtimali düşünürüz. İyi derken aklımıza Kabil'i , kötü derken aklımıza Habil'i getirmeyiz. İyi derken '' İnsanoğlu bu, çiğ süt emmiş.'' demez veya kötü derken de aklımıza Allah'ın insanı yaratırken ruhundan üfleyerek yarattığı gelmez.

Hal böyle olunca da bazı şeyleri göremez, düşünemez oluyoruz. Mesela bir çocuğun yüzünde tebessüme vesile olabilmek adına şaklabanlık yapan birisinin, verdiği söze binaen umutlandırdığı kişileri yüz üstü bıraktığını göremiyoruz.

Yetime uzanan eli merhamet kılıcı ile kesen birinin başka birine çok büyük bir vefasızlığını göremez oluyoruz. Böyle böyle biz de zamanla bozulmaya başlıyoruz. Karıncayı bile incitmez dediğimiz birini överken ''bile'' ifadesinin karıncayı incittiğini göremez oluyoruz.

Buradaki ilk yazımı seçmiş olduğum kullanıcı ismine binaen yazmak istedim. Şimdi diyeceksiniz ki sen neden o zaman kendine '' İyi Biri '' dedin. Bakmayın benim böyle yazdığıma . Ben de herkes kadar iyi herkes kadar kötüyüm. Zaten herkes de biraz Habil biraz Kabil değil mi ...

Sessiz Sakin

 Vapurun kalkmasına on dakka var. Bekledim bu sefer. İnsanlarla beraber bindim vapura. Çok kalabalık. Biraz ayarım ben bunlara muhabbetine girmicem. Ama ayarım. Herkes güzel yere oturma çabasında.Ben ayaktayım. İnsanlar yerleşti. Muhabbete başladılar (?) Gürültüye başladılar daha doğru. Köşede halatların üstüne oturdum. Kıyafetim kirlenirse kirlensin. Adalara gidiyorum. Eğlenmeye. Buluşmaya değil. Yanımda oturak var. Üstünde yaşlı bir teyze ve amca. Onların yanında Suriyeliler. Ben bunlara biraz... Neyse. Vapur hareket etti. Sessiz sakin denize bakıyorum.
 Teyze Suriyeli kıza dönük. 

  Kocan nerde ? 
   Çocuğun var mı ? 
   İstanbul güzel mi ?

 Bundan sanane. Seni geçtim banane. Kapadım kulakları. İstanbul güzel mi ? Aklıma Ünal geldi. İstanbul '' çok '' dedi bir keresinde. Çok güzel. Çok yorucu. Çok pahalı. Çok kalabalık. Çok turistik. Çok eğlenceli. Çok hızlı. Her şeyiyle çok yani. Ünal çok haklı. Bir anda çığlık sesi. Sessiz sakin denize bakamıyorum artık. Küçük bir çocuk vardı ayakta. Artık yok. Denize düştü. Herkeste bir telaş. Ben gayet soğukkanlıyım. Telefonu , cüzdanı ve ev anahtarını koydum kenara. Çıkardım tişörtü. Atladım denize. Beyaz köpüklerden başka bir şey gözükmüyor. Vapur ilerliyor. Ben çocuğu arıyorum. Gözlerim yandı. Gördüm onu. Çok yakın gibiydi. Derine indikçe kulaklarım acıdı. Tuttum elinden. Yukarı çıktık. Suyun üstüne. Sessiz sakin denizde yüzüyoruz. Bir çığlık geldi. '' Ordalar. '' Sessiz sakin denizde yüzemiyoruz artık. Vapur biraz ilerde. Atılan can simitlerine doğru gidiyoruz. Zorlandım. Çocuk baygın. Tüm ağırlık bende. İnsanlarda telaşlı bakışlar. Çok gürültü var. Çıktık vapura. Alkışlar eşliğinde vapurda yürüyorum. Çocuğa ilk yardım yapılıyor. Herkes beni övüyor. Köşede halatların üstüne oturdum. Kıyafetim kirlenirse kirlensin. Islak zaten. Adalara gidiyorum. Eğlenmeye. Buluşmaya değil...

  Ne zaman vapura binsem bir çocuk denize düşer. Ve hep ben kurtarırım. Çünkü kahramanlığı seviyorum. Tabi ki hayaldi. Biliyorum herkes bunu hayal etti. Ben de ettim nedir yani ? Kimi genç yaşta öldüğünü hayal etti. Cenazesinin kalabalıklığını. Çok sevildiğini. Sessiz sakin tabutunun taşındığını. Bir anda feryat sesi. İnsanların ağlayışları. Sessiz sakin tabutunun taşınmadığını...      


Ölüyormuş Gibi Çek Panpa

Hayat koşarak gittiğimiz bir ölüm macerası. Ölümü bu kadar açık söylemek ürkütüyor insanı. Ama biliyor musunuz? "Öleceğiz." Üzerimize basacaklar, otlar çıkacak toprağımızdan ve hatta çürüyeceğiz. Geçen her dakika hiçbir şey yapmıyorsak bile fosilleşmeye doğru gidiyoruz, şuan bile, bak ölüyorum, evet bu saniye, ölüyorum yaa ölüy...
Peki şuan ölecek bir insan için, yeni yetme deyime göre, fazla 'cool' değil miyiz?(!) Telaşlı mı olmalıydık? 
Nazım'ın dediği gibi "İnsan öleceğini bile bile nasıl yaşar? Ya çıldırır ya da öleceğini unutur." Yani çıldırmalı mıyız yoksa unutmalı mı? Bence 'motorları maviliklere sürmeliyiz' ya da 'başka sevmeliyiz' Nazım'a ithafen.
Önemli olan bu ölüm macerasını aslında ölüm değil de hayat macerası olarak görmek. Zamanını, rakiplerini umursamadan sadece tadını çıkarmak. Yani bu engelli parkurun ortasında oturup bir sigara  yakabilmek veya piknik tüpünü çıkarıp yanında koşuşturanları umursamadan bir çay demleyebilmek hayat. Yoksa sadece koşturarak ulaştığımız bir hedefimiz, koşarak vardığımız bir ölümümüz olacak.
O meşhur son nefesten sonra; zengin, fakir, Porsche sahibi, kazıklı voyvoda veya derebeyi olmayacağız. Yolun sonunda hepimiz donuk ve soğuk birer ölü olacağız. ("Her canlı ölümü tadacaktır!" kesin bilgi.) Sözün özü, geçip giderken ömrümüzden saatler, klişeleri, abartılı hırslarımızı, materyalist rüyalarımızı, soğuk tavırlarımızı, kin-nefret ikilisini bir süreliğine ikinci plana atalım; sadece ölmeyelim, biraz yaşayalım da.